"Tartışma:Anadolu Aşiretlerinin Etnik Yapısı" sayfasının sürümleri arasındaki fark

Emirdağ Ekizceliler Wiki sitesinden
Şuraya atla: kullan, ara
(Yeni sayfa: "<p>Buna göre:</p> <p><strong>ANADOLU AŞİRET VE CEMAATLERİ</strong></p> <table style="height: 229px;" width="506" cellspacing="0" cellpadding="0"> <tr> <td><strong>Mensubiyeti...")
(Fark yok)

19:40, 8 Eylül 2019 tarihindeki hâli

Buna göre:

ANADOLU AŞİRET VE CEMAATLERİ

Mensubiyeti Cemaat Sayısı Hane Sayısı Mücerred
Türkmenler 39.028 1.067.136 308.924
Kıpçaklar 264 6.236 2.182
Moğollar 148 2.621 1.121
Araplar 201 5.138 1.200
Ekrad 1.542 36.487 8.891
Kıbtiler 5 86
Ermeniler 3 84 40
Çingeneler 2 24 17
TOPLAM 41.209 1.117.728 322.392

Kaynakça
Kitap: Anadolu’da Aşiretler, Cemaaatler, Oymaklar 1453-1650
Yazar: Yusuf Halaçoğlu


15. ve 17. Yüzyılları arasında Anadolu’da Aşiretlerin Yapısı

600 yılı aşkın bir hakimiyet dönemine sahip olan Osmanlı Devleti’nin, belki de en merak edilen uygulaması, farklı milletleri, inançları ve kültürleri bir arada barış içinde nasıl yaşattığıdır. Bunun en önemli sebeplerinden biri, Osmanlı cemiyetini oluşturan grupların, belli nizam ve kurallar dahilinde bir sisteme oturtulmuş olmasıdır. Tabii bu barış ortamının sağlanmasında, Osmanlı toplumunu oluşturan yerleşik olan ve olmayan toplulukların da bir arada, ekonomik bir bütünlük içinde, birlikte hayat sürebilme başarısını ve hoşgörüsünü göstermelerinin etkisini de gözardı etmemek gerekir. Biz burada, Osmanlı toplumunun, en aktif bölümlerinden biri olan konar-göçer tabir edilen yarı göçebe hayat yaşayan grubundan bahsedeceğiz. Özellikle, XVIII. yüzyıla kadar yerleştirilmeleri konusunda pek de gayret edilmeyen ve konar-göçer olarak adlandırılan gruplar, rumeli’nin fethinde, Osmanlı topraklarına katılan bu coğrafyanın devletin güvenliği açısından iskanında kullanılmış olmaları dolayısıyla, imparatorluğun en dinamik güçlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Çoğu zaman “sürgün” adı altında nakledilen konar-göçerler, genellikle rumeli’de “Yörükler” olarak tanınmıştır. Aslında Yörük, yürüyen kelimesinden ortaya çıkmış olup, ileride de görüleceği üzere Anadolu’da da aynı ismi taşıdıklarına şahit olacağımız Türkmen grupları ile aynı boylardan çıkmışlardır. Konar-göçerler, devlet tarafından kendilerine tahsis edilen yaylak ve kışlakları arasında yarı göçebe hayat yaşayan gruplardır. Nitekim kanunnamelerde “Yörük la-mekandır” denilmek suretiyle, belli bir toprağa bağlanmamış Osmanlı toplumunun bir kesimi şeklinde hukuken tarif edilmiştir. Bu bakımdan ismi gerek Yörük olsun, gerekse Türkmen olarak adlandırılsın, her ikisi de, Oğuzların 24 boyuna mensup Türk budunlarının (aşiret) birer unsurudur.

Osmanlı Devletinde konar-göçerleri, yani yaygın isim olarak aşiret veya cemaatleri daha iyi anlayabilmek için, Osmanlı cemiyet yapısı üzerinde kısa bir açıklama yapmamız yerinde olacaktır.
Osmanlılarda cemiyeti, iki ana grup altında ele almamız, mümkündür. Bunlardan birincisi Askeri adı altında toplanan ve görevleri icabı vergilerden muaf olan asker, çeşitli devlet görevlileri ve ilmiye sınıfından oluşan kısım; ikincisi ise şehirliler, köylüler ve göçebe aşiretlerin meydana getirdiği reaya denilen vergi mükellefi gruptu. Ayrıca bunlara, aslında reayadan olup, padişah beratiyle bir kısım vergilerden muaf tutulan ve askeri ile raiyyet arasında muaf ve müsellem reaya adıyla anılan bir bakıma serbest bir zümreyi de eklemek gerekir. Osmanlı toplumundaki bu sınıflaşma, tabi oldukları görevleri dolayısiyle olup, bütün kanun ve nizamlar, sınıfların hukuki yapısına paralel bir biçimde ele alınmıştır. Osmanlı toplumu Avrupa’dan farklı olarak sınıflar arasında aşılmaz duvarlarla birbirinden ayrılmamış, padişah beratiyle askeri sınıftan bir kişi reayaya dahil olurken, reayadan herhangi bir kimse de beratla askeri statüsü kazanabilmiştir2. Öyle ki toplumun her kesimi tabi bulundukları kanun ve nizama göre hareket etmek durumunda olup, Müslüman olsun, gayr-ı müslim olsun her bir fert, en azından devletin güçlü olduğu dönemlerde eşit hak ve hukuka sahip olmuştur.

a) Askeri sınıf:

Osmanlı Devletinde idari sisteme bağlı olarak bugünkü manada hem askerlik hizmeti yapanlar, hem de memur statüsünde bulunanlardan oluşmaktaydı. Bunlardan gerçek anlamda askerlik hizmeti yapanlar, bu hizmetleri karşılığı, devletten yıllık olarak bir yerin veya köyün gelirini kendileri adına toplama yetkisini almışlardı. Bu türden ücret alanlar dirlik (yaygın deyimiyle timar) erbabı olarak bilinen timarlı sipahiler, sancakbeyileri, beylerbeyileri, vezirler ve Enderun ağaları gibi yüksek devlet memurlarıydı. Osmanlı tarih terminolojisinde ümera adı verilen dirlik erbabı, ancak vazifede bulundukları süre içinde askeri sıfatını taşırlardı. İş hayatına girmeleriyle bu sıfatları kalkar ve raiyyet sınıfına dahil olurlardı.

Memur sınıfı ise, hizmetleri karşılığı devlet hazinesinden gündelik alanlarla, yine hazineden veya vakıflardan gündelik alanlar olmak üzere iki kısımda mütalaa edilmiştir. Bunlardan birinciler “Ulufe” adıyla gündelik alırlardı ki, Kapıkulu askerleri, Enderun hizmetlileri, kale koruyucuları, subaşılar, asesbaşılar ve benzeri görevliler (Ulüfe erbabı) bu sınıf içinde telakki olunmakta idi. İkinci guruba dahil olanlar ise kadılar, müderrisler, medrese talebeleri ve mezunlar) ile bunların yanında çalışanlar ve akrabaları olup, ilmiye ismi altında vergilerden muaf tutulmaktaydılar. Bunlar, vazife veya cihet adı altında aldıkları ücretin özelliği dolayısiyle ehl-i cihet olarak da isimlendirilmişlerdir.

b) Reaya:

Vergi veren şehir, kasaba ve köy ahalisi ile konar-göçer tabir edilen göçebe aşiretler bu guruba dahil idiler. Bu gruplardan herhangi biri devlet tarafından bazı vergilerden muaf tutularak askerilikle vazifelendirildiklerinde, vazifeleri devamınca raiyyet statüleri sona erer, askeri hükmü bitiminde ise yeniden raiyyet olurlardı. reaya olarak sınıflandırılan bu gruplar iktisadi bakımdan birbirinden farklı yapı ve özelliklere sahiptiler.

1- Şehirliler:

reaya, Raiyyet rüsumu adı verilen çift, bennak ve mücerred gibi vergileri, gayr-ı müslim olanlar ise cizye ve ispençe, devletin olağanüstü bir durum karşısında yüklediği avarız-ı divaniyye ve öşür gibi vergileri vermek durumundaydılar. Buna karşılık Osmanlı şehir ve kasabalarında yaşayan halk, ziraatle meşgul olmadıkları ve şehirlerin büyük bir iktisadi ve sosyal birliğin merkezi olması dolayısiyle, devlet tarafından daha farklı biçimde vergilendirilmiştir. Şehir ahalisi genellikle ticaret, endüstri ve benzeri işler yapan, geçimini ve kazancını bu gibi işlerden sağlayan kimselerden teşekkül etmekteydi. genelde esnaf olarak adlandırılan bu gibiler, devlet ekonomisine, pazarlarda sattıkları mallar dolayısiyle verdikleri vergilerle katkıda bulunmuşlar, buna bağlı olarak da “Lonca” adıyla5 meydana getirdikleri teşkilatlar sayesinde idarede söz sahibi olmuşlardır. Özellikle şehirlerdeki esnaf teşkilatları tarafından mal standardının temini ve tüketiciyi koruma düşüncesi, iktisadi hayatın canlanmasına yol açmış ve toplum düzenin temininde rol oynamıştır.

Osmanlılarda şehirlerin teşekkülü ve gelişmesi, bir kısım sosyal tesislerin inşası ile yakından alakalı görülmektedir. Nitekim şehirlerde kurulan imaretler, ihtiyaç sahibi her inanç ve milletten kimselerin buralara akın etmesine yol açmıştır. İmaretlerin yanısıra dini eserler (cami, mescid, tekke, türbe, zaviye), medrese, han, hamam, hastahane, çarşı, fırın, boyahane, salhane, su yolları ve kanalizasyon gibi bir şehrin oluşumunda rol oynayacak tesislerin yapılmasıyla bu akın artmıştır. Ayrıca şehirlerin, dağ ve ova köylerinin arasında bir pazar ve değişim noktası olması özelliği de bu hususta ekili olmuştur. Bununla birlikte, XVII. yüzyıla gelinceye kadar, ekonomisi ziraate ve hayvancılığa dayanan Osmanlı Devletinde köy nüfusunun şehirlerden fazla olduğu görülmektedir.

XV. yüzyıl sonlarıyla XVII. yüzyıl başlarında bazı Osmanlı şehirlerinin yaklaşık nüfuslarına bir göz atacak olursak:

Şehirler Yıl Nüfus Şehirler Yıl Nüfus
İstanbul 1477 185.000 Niğde 1642 2.800
Edirne 1571-80 27.400 Kayseri 1500 9.300
Selanik 1478 9.500 Tokat 1455 14.400
Serez 1465 4.900 Tokat 1641 19.000
Saray-Bosna 1571-80 21.350 Bayburt 1640 3.500
Ankara 1607 23.000 Sivas 1455 2.800
Manisa 1531 6.500 Haleb 1519 56.000
Manisa 1660 18.000 Hama 1645 5.800
Manisa 1671 20.000 Trablusşam 1645 8.000

Osmanlı şehirleri, varlıklarını ve gelişmelerini kuruluş yerlerinin iyi seçilmiş olmasına borçlu idiler. Özellikle yol üzerinde geçit ve kavşak yerlerinde ve ticaret sahalarına (pazar yerleri, iskeleler, deniz kıyıları) yakın alanlarda kurulması nüfuslarının artmasına sebep olmuştur. Ayrıca ziraate elverişli sahalarda kurulanları da önemli yerleşim alanları haline gelmiştir.

Osmanlı Devletinde köy ve kasaba halkı istedikleri gibi yerlerini terkederek başka yerlere gidemezlerdi. Bunun için iskan kanunu çıkarılmış ve bu kanun çerçevesinde yerlerini terkedenlere çeşitli cezai müeyyide uygulanmıştır. Buna rağmen bazı sosyal hadiseler (Mesela, isyan, eşkıyalık hareketleri, Celalilik), özellikle köy ahalisinin emniyetlerini sağlamak maksadiyle daha büyük yerleşim birimlerine göçlerine sebep olmuştur. Bu ise şehirlerde önemli ölçüde nüfus artmasına, buna mukabil hızlı nüfus artışı dolayısiyle şehirlerin olumsuz yönde gelişmesine ve büyük çapta bir işsizler gurubunun ortaya çıkmasına ve asayişsizliğe yol açmıştır. Buna karşılık devlet bu nüfusu zaman zaman eski yerlerine nakletmek için emirler çıkarmış, fakat bunda başarılı olamamıştır.

2- Köylüler:

Şehir halkından ayrı olarak diğer bir üretici sınıf da köylüler yani çiftçilerdi. İmparatorluğun ekonomik yapısı ziraate dayandığından, bu işle meşgul köylülerin devlet açısından ne kadar önemli olduğu aşikardır. Osmanlı Devletinin kuruluş dönemindeki genel yapısı, Osmanlı toplumunun diğer bir unsuru olan konar-göçerleri ziraat sahalarında (mezraa) küçük çapta tarımla uğraşmaya zorlarken, bir yandan da onların köyler kurarak yerleşik vaziyete geçmelerine zemin hazırlamıştır. Zira Rumeli’de fütühatın genişlemesiyle, Anadolu’da büyük bir nüfus potansiyeline sahip konar-göçerler, devlet tarafından, Osmanlı topraklarına katılan bu yeni bölgelerin güvenliğinin sağlanması için buralara nakledilmişler ve bu nakledildikleri yerlerde köyler kurarak yerleşik hale geçmişlerdir. Anadolu’da ise daha Anadolu Selçukluları zamanından itibaren köyler teşkil edildiği görülüyor.

Beylikler döneminde de toprak Selçuklularda olduğu gibi timar, vakıf, mülk, yurd olarak ayrılmış, bu topraklar üzerinde ziraat yapan köylüler, elde ettikleri mahsulün vergisini vermek suretiyle mükellefiyetlerini yerine getirmişlerdir. Osmanlılar, Anadolu Beyliklerinden aldıkları topraklar üzerinde geçerli olan bu nizamı ilk zamanlarda değiştirmeyerek, olduğu gibi kabul etmişlerdi. Nitekim Osmanlıların XVI. yüzyıl başlarında ele geçirdikleri Güney-doğu Anadolu ile Çukurova’da, eskiden beri devam eden kanunları birkaç istisnasiyle aynen aldıkları görülmektedir. Dolayısıyla Osmanlı reayası da bu devlet ve beyliklerde olduğu gibi fetihten sonra devlete ait sayılan topraklar üzerinde ziraat yapmak ve buna karşılık elde ettiği ürünün öşrünü vermekle mükellefti. Ancak köylü, ektiği toprağın, diktiği meyveli ağacın, bağın ve kovanın öşür ve resmini doğrudan doğruya devlet hazinesine vermeyerek, devletin bir hizmet mukabili bu toprakları terkettiği sahib-i arza veya vakıf ise vakfa, birine temlik edilmişse o mülk sahibine vermek durumundaydı. Bununla birlikte şurası da belirtilmelidir ki, Osmanlı idaresi, yöre halkının Osmanlı idaresine alıştığı belli bir müddet geçtikten sonra önceden var olan hükümleri, bazı ihtilafa ve hoşnutsuzluğa sebebiyet vermesinden dolayı kendi kanunlarına göre uyarlıyarak bu gibi yerlerde Osmanlı kanunlarını geçerli hale getirmiştir. Nitekim Sis (=Kozan)’in Osmanlı topraklarına katılmasından sonra yapılan 1519 tarihli ilk tahririnde Memluk kanunları aynen bırakılırken, bundan yaklaşık beş yıl sonra yapılan (1523-24) tahrirde Memlük ve Osmanlı kanunlarının birlikte geçerli kılındığı, 1536-37 yılına ait tahrirde yer alan kanunname’de ise artık tamamen Osmanlı kanunlarının cari olduğu görülüyor. Bununla beraber bazı bölgelerde halkın geçerli eski kanunlarının yerine Osmanlı kanunlarının uygulanmasını istedikleri de görülmektedir. Mesela 1519 tarihli Behisni (=Besni) kanunnamesindeki kayıttan, reayanın, sancaklarında Osmanlı kanunlarının geçerli olmasını istedikleri ve devletin de bunu kabul ettiği anlaşılmaktadır6.

Osmanlı Devletinde Müslüman reayadan tekalif-i örfiyyeden olarak bir çiftlik yere sahip olanlarından resm-i çift adıyla bulundukları eyalete göre yıllık on akçadan elli akçaya kadar toprak vergisi alınırdı. Aynı vergi I. Murad döneminden itibaren ziraatle meşgul olan hırıs-tiyanlardan da ispenç veya ispençe ismiyle 25 akça olarak tahsil edilmiştir. Ancak hırıstiyanlardan alınan bu vergi harac-ı muvazzaf olduğundan şer’i vergilerden telakki edilmektedir. Bir çiftlikten az yeri olup, yarım çift (nim çift) yerde ziraat yapan reayadan ise çift resminin yarısı alınırdı. Eğer sipahi çiftliğin fazla olduğundan şüphelenir ve yerin hakiki yüzölçümünü bilmek isterse ölçer ve fazlası için dönümüne dönüm resmi adı altında muayyen bir vergi alırdı. Defterde çiftlik olarak kayıtlı bir toprak sahipsiz kalırsa, çeşitli kişiler arasında bölünebilirdi. Bu takdirde bu çiftliğin eski haline getirilmesine ve vergilerini ödemeğe istekli bir köylü çıkarsa, kadı kanalıyla bu çiftliğe ait arazi kimin elinde olursa olsun alınır ve o kişiye verilebilirdi. Bir çiftlik en çok nim çift olarak bölünebilirdi. Bununla birlikte tahrir esnasında deftere çift olarak kaydedilmeyenler, sonradan bir çiftlik yere sahip oldukları takdirde çift resmi ödemekle mükelleftiler. Bu kişilerin bennak, mücerred, dul veya askeri sınıftan olması, hatta sakat ve hastalık gibi özrü bulunması bu hükmü değiştirmezdi. Zira kanunnamede belirtildiği üzere “Resm-i çift arza bağlanmıştır” prensibi geçerli idi. Verginin tahsil zamanı ise XV. asırda harmandan sonra, XVI. asırdan itibaren ise genellikle mart ayı olarak kabul edilmiştir. Devlet, köylülerden, ellerindeki toprakları muntazaman işlemelerini istemekteydi. Toprağını ekmeyerek boş bırakan (Boz komak) veya başka bir sipahinin toprağına giderek ziraat yapan köylü, sipahisine Çift-bozan resmi adı altında bir vergi vermek durumundaydı. Bu vergi, devleti o yılki oradan alacağı öşürden mahrum bırakma karşılığı, tazminat olarak alınırdı ki 75 akça idi. Böylece devlet, toplaması gereken gelirden mahrum kalmamış olurdu.

Reayanın yetişkin bekar oğlanları mücerred olarak isimlendirilip, ziraat edecek herhangi bir yere sahip olmadıkları takdirde mücerred resmi adı altında 6 akça vergi verirlerdi; bazı bölgelerde ise vergiden muaf tutulurlardı. Bu sebeple tahrir esnasında hanelerin yanısıra mücerred nüfus da belirlenirdi. Mücerred evlenince bennak adı altında vergi mükellefi olurdu. Bunların ziraat için hiç yerleri olmaz veya yarım çiftlikten daha az yerleri bulunurdu. Kanunnamelerde, defterde mücerred kaydedilen kimselerin evlendikleri veya bir iş sahibi oldukları anda bennak resmi vermekle mükellef oldukları yer almaktadır ki1, bunda muhtemelen önemli bir potansiyel olan genç nüfusun iş gücünü değerlendirme düşüncesi yatmaktadır.

Bennakler, ekinlü (=çiftlü) bennak ve caba bennak olarak iki kısma ayrılırdı. Yarım çiftten az yeri olana ekinli bennak, çifti ve hiç yeri olmayana caba bennak denirdi. Birincilerden 12 akça, ikincilerden ise 9 akça vergi alınırdı. Bu miktar bölgelere ve zamana göre değişiklik göstermiştir. Mesela Bolu’da caba bennak 6, ekinlü bennak 12 ; Ordu yöresinde ise caba bennak 8, ekinlü bennak 13 akça idi. Caba bennakler, tapu ile tasarruf edecekleri yerleri olmadığı için mücerredler gibi başkalarının topraklarında işçi olarak çalışabilirlerdi. Ayrıca bağlı bulundukları sipahiden tapusuz, yani bir nevi kiralık toprak alarak işleyebilirler ve bunun için dönüm resmi öderlerdi.

Bennakler, ekinli olsun caba olsun tahrir esnasında deftere yazılırlar, yani bir sipahiye raiyyet kaydolunurlardı. Bunlar çift sahibi kimselerin aksine, yukarıda ifade edildiği gibi iş gücünden faydalanılmak düşüncesiyle başka bir sipahinin toprağına gidip çalışabilirler, ancak raiyyet resmini, yazıldıkları sipahiye öderlerdi. Bu takdirde bennak sipahiye hem işlediği arazinin vergisini, hem de bennak resmini vermek durumundaydı.
Reaya bu vergiler haricinde duruma ve şartlara göre “duhan resmi” adı altında bir vergi daha öderdi ki, umumiyetle bir sipahinin arazisine geçici bir zaman için gelen, yerleşen fakat ziraat yapmayanlara mahsustu.

3- Konar-göçerler:

Aslında reayadan sayılan, fakat hayat tarzları bakımından şehirli ve köylülerden ayrılan konar-göçerler, dolayısiyle yerleşik halkın vermekle mükellef tutuldukları vergileri vermez, buna karşılık kendilerine mahsus bir nizam içinde telakki olunurlardı.

Kuruluş devrinde bir iskan unsuru olarak yeni fethedilen memleketlerin Türkleştirilmesinde kullanılan konar-göçerler, yerleşik halka göre daha disiplinli ve daha savaşçı bir yapıya sahip idiler. Bununla beraber 1357’den itibaren Rumeli’ye geçirilip, I. Bayezid döneminde gittikçe artan bir şekilde devam eden bu nakiller, Rumeli’de önemli miktarda yerleşik bir Türk nüfusu meydana getirmiştir. Nitekim Fatih devrinde hazırlanmış tahrir defterlerinden Ru-meli’ye sevk edilmiş bu aşiretlerin çoktan yerleşmiş ve toprağa bağlanarak köyler kurmuş oldukları anlaşılmaktadır. Öte yandan Anadolu’da da daha Selçuklu Devleti zamanından başlayarak beylikler zamanında da devam eden bir konar-göçer yerleşmesi olduğu kaynaklarda belirtiliyor. Bu durum Osmanlı Devleti tarafından da sürdürülmüştür. Nitekim Merhum Faruk Sümer tarafından yapılan araştırmalarda tahrir defterlerine göre 24 Oğuz boyuna ait yer adlarının hayli yaygın olduğu görülmektedir. Bunlardan Kayı ismini taşıyan 94, Afşar 86, Kınık 81, Eymir 71, Karkın 62, Bayındır 52, Salur 51, Yüregir 44, Çepni 43, İğdir 43, Bayat 42, Alayuntlu 29, Kızık 28, Yazır 24/üodurga 24, Begdili 23, Büğdüz 22, Çavuldur 21, Yıva 19, Döğer 19, Karaevli 8 ve Peçenek 4 aded idi1. Mükerrerleriyle birlikte tarafımızdan yapılan bu çalışmada ise yer isimleri hayli önemli sayıya ulaşmaktadır. Buna göre Kayı isminde 221, Avşar (Afşar) 181, Kınık 286, Eymür (Eymir) 152, Karkın 101, Bayındır 156, Salur 136, Yüreğir 88, Çepni 93, İğdir 70, Bayad 78, Alayundlu 51, Kızık 65, Yazır 54, Dodurga (Todurga) 34, Beğdili 46, Büğdüz 29, Çavuldur (Çavundur) 31, Yıva 72, Döğer 48, Karaevli 10, Peçenek 15, Barak 42 köy veya mezraa bulunmaktadır. Ayrıca Kürd adını taşiyan köy sayısı 79, Arap veya Arapla ilgili 204 isim bulunmaktadır. Bunun yanısıra cemaat kethüdalarının ismini taşıyan oldukça önemli sayılara ulaşan bir köy topluluğunun da var olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.

Osmanlılarda ilk kanun metinlerinde Yörük veya konar-göçerlerden bahsedilmezken, XV. yüzyıla ait olanlarında onlarla ilgili bazı hükümlere rastlanmaktadır. Kanuni devrinde ise Yörük nizamlarını, idari ve mali mükellefiyetlerini ortaya koyan mufassal Yörük kanunnameleri ortaya çıkmıştır. Bu tarihte, Anadolu’da Yörük kelimesi ile etnik bir mefhum ifade edilirken, Rumeli’de ordu hizmetinde kullanılan askeri bir teşkilat düşünülmüştür. Yörüklerin Rumeli’de yerleşme ve yayılışlarından bahseden 1456-1467 yıllarına ait Dimetoka, Gümülcine, Firecik, İpsala, Keşan ve Yanbolu havalisine ait emlak, evkaf ve timarları ihtiva eden tahrir defterleri bu hususta daha aydınlatıcı bilgiler vermektedir. XIV. asrın ortalarından itibaren Rumeli’de batı ve kuzey yönlerinde yayılan Yörükler, gittikleri yerlerde bir timar, has veya evkaf toprağında raiyyet olarak mükellefiyet altına girmişler veya yağcı, küreci v.s. gibi teşekküllere katılarak ayrı bir hukuki nizama dahil olmuşlardır. Önceleri cemaat reislerinin isimleriyle anılırlarken, sonradan yoğun olarak bulundukları yerlere göre Selanik, Vize, Ofçabolu Yörükleri v.s. gibi adlandırılmışlardır. Yörükler XVII. yüzyıldan itibaren Evlad-ı Fatihan şeklinde ifade edilmiş ve orduya lojistik destek sağlayan bir kısım işlerde görevlendirilmişlerdir.

İl veya ulus adı altında gruplandırılan konar-göçerler, sırasiyle boy (kabile), aşiret, cemaat, oymak, mahalle, oba (aile) şeklinde bölümlere ayrılmıştır. Her boyun başında da Bey (Boybeyi) ismi verilen ve boyun idari işlerini yürüten bir kişi bulunurdu. Aşiretlerde ise bu görevi aşiret beyi anlamında “mir-i aşiret”leri yürütürdü. Beyler, boy içerisinden cesareti, mali kudreti, doğruluğu ile tanınan kimseler arasından seçim yolu ile iş başına gelirlerdi. Arap aşiretlerinde bu beylere ŞŞŞŞ adı verilmektedir. Bu seçim devlet tarafından tasdik edildikten sonra, bir beylik beratı gönderilirdi. Gerektiği zaman, yani yönetimde acizlik göstermeleri veya kendisine bağlı olan aşiretlere zulmettikleri zamanlarda, devletin bunları azletme yetkisi vardı. Rışvan aşireti gibi bazı teşekküllerde ise, kethüdaları, ihtiyarları ve diğer söz sahiplerinin istedikleri şahısları boybeyi yapma yetkisine sahip oldukları görülmektedir. Aşiret kethüdaları ise, tabi bulundukları boybeyi tarafından tayin edilirlerdi. Buna rağmen kethüdalığm ırsi bir müessese olduğu da ileri sürülmüştür.

Konar-göçerler her ne kadar hayat tarzları açısından aynı karakterde görünmekte iseler de, yapısal olarak değişik topluluklar şeklinde bulundukları göze çarpmaktadırlar.

Bir sınıflandırmaya tabi tutulacak olurlarsa:

1- Bir boydan ibaret olan,-tek başına- müstakil bir teşekkül halinde bulunanlar.
2- Bir boydan ayrılmış ve zamanla çoğalarak sayıları dörtden onaltıya, yahud daha fazla olan oymaklar grubu ki, bunlar umumiyetle reislerinin ismiyle adlandırılmışlardır.
3- Federasyon şekli gösteren teşekküller; bunlar ana kuruluşlarından ayrılmış olan muhtelif oymakların birleşmesinden meydana gelmişlerdir. Ayrıca küçük grupların (mesela kethüdalık) birleşmesinden de meydana geldikleri görülmektedir.

Bu gruplardan daha yaygın olarak görüleninin ikinci gruba giren kuruluşlar olduğunu zikretmek yerinde olur. İl’lerin parçalanmasiyle dağılan aşiretlere son zamanlara kadar Anadolu’da rastlanmıştır. Onların dağılmasında, devletin yerli ahaliyi korumak amacı ile aldığı sert tedbirlerin büyük rolü olduğunu ifade etmek yerinde olacaktır.
Konar-göçerler yaşayış tarzlarının bir gereği olarak yaylak-kışlak hareketine bağlı idiler. Onların bu hayat tarzı biraz da hayvanlarına otlak bulmak düşüncesinden doğmuştur. Bununla beraber kısmi de olsa küçük çapta ziraatle meşgul oldukları da görülmektedir. Nitekim bu yüzden, raiyyet oldukları halde yerleşik olanlarla aralarında bazı hukuki ve iktisadi farkların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Konar-göçerler hayvancılıktan elde ettikleri ürünleri, şehir ve kasaba kenarlarındaki pazar yerlerinde ihtiyaç duydukları yiyecek, giyecek gibi mallarla değiştirmişler ve böylece yerleşik halkla iktisadi yönden bir bütünlük oluşturmuşlardır. Öte yandan Türkmenlerin çok eski çağlardan beri ata olan ilgileri yanında, at yetiştirmeye verdikleri önem de bilinmektedir. Konar-göçerler de binek vasıtası olarak kullandıkları atı yetiştirmede maharet sahibi idiler. Bu sebeple devlete binek hayvanı olarak at yetiştirdikleri gibi, köylüye damızlık hayvan da temin ederlerdi. Hatta yetiştirdikleri atlar yüzünden şöhret bulmuş oymak ve aşiretler bulunmaktadır.

Konar-göçerlerin hayvancılıkla uğraşması yanında, onların bu sayede imparatorluğun bazı bölgelerinin et ihtiyacını karşıladığı da gözden uzak tutulmamalıdır. Nitekim, Yeni il ve Halep Türkmenleri gibi bazı teşekküller koyun yetiştirme yönünden şöhret bulmuşlardı. Konar-göçerlerin hayvancılıkla uğraşmaları, onlarda dokumacılığın gelişmesine yol açmıştır. Dokumacılığın yanısıra dericilik de önemli bir yer tutmaktadır. Avladıkları hayvanların derilerinden başka, koyun, keçi ve sığır derilerinden bir çok eşya imal ederlerdi. Bunlardan postaki, çarık, kocuk, sofra, su tuluğu, yanlık, su koğası ve dağarcık gibi belli başlılarını saymak mümkündür.

Konar-göçerler, ibtidai bir ziraat ile meşgul olmalarına rağmen, ihtiyaçları olan mahsüllerinin büyük bir kısmını takas yoluyla temin ederlerdi. Hayvanlarından elde ettikleri ürünleri verirler, buğday unu gibi tahıl ürünleri alırlardı. Sahip oldukları hayvanlardan elde ettikleri yoğurt, yağ, peynir, yapağı gibi ihtiyaç fazlası ürünleri, kondukları mevkie yakın bir pazarda satar veya başka bir şeyle değiştirirlerdi2. Konup göçtükleri mahallere yakın köy ve kasabalar, bu sebeple konar-göçerler için uygun birer ticaret sahası olmuştur.

Konar-göçer halk, devamlı yer değiştirmeleri sebebiyle üzerinde bulundukları toprakların teşkilatına bağlı olarak timar, zeamet ve has reayası olarak bulunmaktaydılar. Mesela Yeni-il Türkmenleri Üsküdardaki Atik Valde Sultan evkafının reayası olup, Halep Türkmenleri de aynı evkafın mukataasına dahil idiler.
Konar-göçerlerin devamlı bir yurd tutmamış olmaları, yerleşik ahali ile aralarında hukuki farklar doğmasına yol açmıştır. Tam bir ziraatle uğraşmadıkları için, ziraatle ilgili vergileri vermemekle beraber, ashab-ı timarın toprağında kendi baltalariyle yeni açtıkları yerden, bütün çifte 12 akça ve yarım çifte 6 akça vergi vermekle mükelleftiler. Kanunnamelerde, konar-göçer-lerin diledikleri yerde gezebileceklerine dair kayıtlar bulunmadığı gibi, geçici konaklayacağı yerlerde de istedikleri kadar kalamayacakları hükme bağlanmıştır.

Anadolu’da bulunan Yörükler ile Rumeli’deki Yörükler arasında bazı bakımlardan farkların mevcud olduğu kanunnamelerden anlaşılmaktadır. Rumeli’de bulunanlar, İstanbul’dan Bender’e kadar olan alan içinde, sekiz grup halinde yer almışlar ve devlet tarafından idari ve askeri maksatlarda kullanılmak üzere teşkilatlandırılmışlardır.

Rumeli’deki Yörükler, hükümet tarafından:

1- Sahile yerleştirilip, gemi yapımı ve malzeme temininde,
2- Yolların emniyeti ve tamiri, su yolları yapımı, geçit muhafazası, derbendcilik, köprü tamiri ve inşası, zahire toplanması ve korunması gibi hizmetlerde,
3- Madenlerde,
4- Nakliye işlerinde, husüsiyle topların naklinde,
5- Kale yapımı ve onarımında kullanılmışlardır.

Aşiret veya konar-göçer olarak adlandırılan Anadolu’daki Yörükler ise, iktisadi faaliyetlerine göre, yüncü, darıcı, ellici gibi adlar almışlardır. Yürüklerin diğer Türkmen teşekküllerine nazaran, daha çabuk yerleşik hayata geçtikleri ve ziraate daha çabuk uydukları görülmektedir. İdari ve adli bakımdan ise, konar-göçerler, yaşayış tarzları sebebiyle özel bir duruma sahip idiler. Belirli bir yerleri olmadığı için sancak beylerine tabi olmayıp, doğrudan doğruya bey veya başbuğlarına bağlıydılar1. Kazai yönden kadı’lara bağlı olmakla beraber, cezai bakımdan beylerine veya başbuğlarına tabi olup, infaz onların eliyle olurdu. Devletle ilgili işleri ise yine onlar eliyle halledilirdi. Özellikle Kanuni Sultan Süleyman döneminde, büyük aşiretlerin, devlete muhtemel isyanını önlemek için kethüdalıklara ayrıldıkları, bunlardan farklı boylara mensup olanlarından bir araya getirilmiş federasyonlar oluşturulduğu görülmektedir. Mesela Bozuluş Türkmenleri, Dulkadırlı Türkmenleri, Yeni il Türkmenleri ve İzzeddinlü Taifesi bunlara bir örnektir.

Bu teşekküller gerek has şeklinde, gerekse bir sancağın vergi dairesine dahil olarak mukataaya verilmek suretiyle idare edildiği zaman, başlarında hükümet tarafından tayin edilmiş bir “VWWW- bulunuyordu. Oymakların bağlı oldukları sancak beyinin dairesi gediklilerinden yahud mahalli hanedanlardan, ahalinin de rızaları alınmak suretiyle bir kişi voyvoda tayin olurdu. Voyvodalar, kendilerine bağlı bulunan aşiretlerin bir derbendde görevlendirilmeleri halinde de, derbend ağası olurlardı. Derbend Ağası, maiyyetinde bulunanlara zulmettiği ve idarede acizlik gösterdiği zaman, hükümet tarafından azledilirdi. Bu voyvodalar Eflak ve Boğ-dan voyvodalarından farklı idiler ve ismi umumiyetle Türkmen voyvodası veya Türkmen Ağası şeklinde geçmektedir. Bu voyvodalıklardan bazısının bir kişinin uhdesinde toplandığı da görülmektedir. Bazı yerlerde senede bir defa olmak üzere değiştirilip bir başkasına da verilebilirdi. Vazifesi, hayvan başına verilecek vergi miktarını evvelden tesbit için sayım yapmak ve vergilerini muntazaman toplamaktı.

Konar-göçerler ayrı gruplar halinde bulunmalarına rağmen, toplu bir halde yaşayan ve birbirlerinden bazı ahvalde, bulundukları yerler ile ayırt edilen gruplarının kazai ihtiyaçları için, müstakil kadıların da tayin edildikleri görülmektedir. Kadılar, bağlı bulundukları oymaklar ile beraber şehirden-şehire gezmekte olup, muayyen bir yerleri yoktu. Konar-göçer gruplardan teşkil edilmiş bir çok kaza ve nahiye tesbit edilmiştir.

Kanunnamelere göre konar-göçerler, hayat tarzları sebebiyle kimseye raiyyet kaydedilmemiş olup, mükellefleri bennak, mücerred ve kendi kendine yeten haneden ibarettir. Bunun haricinde konar-göçerlerden alınan ve kanunnamelerde resm-i merai, bazılarında resm-i ağnam ve resm-i ganem olarak geçen koyun resmi yerliden, Yörükden, eşkinciden ve yüzdeciden olmak üzere birkaç çeşittir. Mesela 1487 tarihli Hüdavendigar Livası Kanunnamesi’nde “Yürükde ve yerlide resm-i ganem iki koyuna bir akçadır” hükmüyle tesbit edilmiştir. Ağnam resminin hesaplanmasında kuzulu koyun kuzusuyla, oğlaklı keçi oğlağıyla beraber sayılırdı. Koyunların sayısı 300 olduğu zaman bir sürü tabir olunur ve 5 akça ağıl resmi alınırdı. Bazı yerlerde sürü “ala”, “evsaf ve “edna” olarak sınıflandırılmıştır ve vergisi de buna göre konmuştur. Yaylak ve kışlak resmi de aynı sınıflandırmaya tabi tutulurdu. Sürülerini başka timar sahibinin arazisinde otlatan veya miri yaylaklarında yaylatan sürü sahiplerinden, göçebe kabilelerden ve Yörüklerden alman yaylak resmi, yılda bir defa olmak üzere, bazı yerlerde sürü başına, bazı yerlerde de koyun başına alınmaktaydı. Buna karşılık XVI. asırda sürülerin bir timar sahibinin toprağında otlatılması karşılığı alınan yaylak ve kışlak resimleri, ilk devirlerde alınmamaktaydı. Nitekim Fatih Kanunnamesinde bu husus, “Koyunlu yerlü ve yürük yayla ve kışla hakkın virmeye” şeklinde tesbit edilmiştir.

Yaylak resmi, bazı yerlerde 300 koyun bir sürü hesap edilip, bir sürüden bir koyun alınmıştır. Bazılarında ise sürüler ala (çok iyi), mutavassıt (orta), edna (orta altı) olarak sınıflandırılmıştır ki, mesela Kütahya havalisinde alasından 20 akça, vasatdan 15 akça ve ednasından 10 akça alınmaktaydı. Doğu vilayetlerinde yaylak resmi genellikle, sürüden 33’er akça, Aydın’da 17 akça, Mardin ve Erzincan’da sürü adedine bakmadan, odak resmi olarak her sürü sahibi hanedan bir nevgi yağ (200 dirhem) alınmıştır. Çemişkezek livası kanununda, resm-i yaylak için her 300 koyuna bir koyun veya 30 akça alınması yanında, her haneden bir nevgi yağ alınması hükmü de bulunuyordu. adet-i çobanbeyi ve adet-i resm-i kışlak-ı berriyye için her 100 koyundan yirmişer akça alınmaktaydı. Kışlak resmi olarak evli bir kimse bir sipahinin timarında kışlarsa 6 akça kışlak resmi verirdi. Kışlayan kimse ziraat ederse, kışlak resmi yerine resm-i zemin verirdi. Ayrıca kışlakcı kimse üç yıl bu yerde kalırsa bu üç yılda kışlak resmi verir, üç yıldan sonra ise resm-i bennak alınırdı.

Konar-göçerlerden bu vergilerden başka resm-i arus (Gerdek resmi), yave akçası ve bad-ı hevau gibi vergi ve rüsümlar da alınmaktaydı. Bunun dışında savaş malzemesi üreten bazı oymaklar ise, vergileri yerine imal ettikleri ok ve yay gibi silahları devlete vermek gibi bir mükellefiyete sahiptiler. Mesela Konya Karapınar (Sultaniye) yöresinde yaşayan Atçeken ulusu, orduya at yetiştirmekle mükellef tutulmuştu. Keza Bozuluş Türkmenlerinden olan İzzeddinlü aşireti, orduya ok yapmakla görevlendirilmiş ve daha sonra bundan dolayı Okçu İzzeddinlü olarak adlandırılmıştır. Yine orduya yay yapmakla görevlendirilmiş olanlara da “yaycı” denilmiştir.
Konar-göçer ahali bir sipahiden toprak alarak ziraat yaparsa, diğer reaya gibi öşür ve salarlık (ağalık, kumandanlık) verdikten başka resm-i boyunduruk adı altında 12 akça resim verirdi. Bununla birlikte konar-göçerlerin asıl meşguliyetleri hayvancılık idi. Bu sebeple imparatorluğun et, süt, yağ, peynir, deri gibi ihtiyacını karşılamakta ve yerleşik halkla ekonomik bir bütünlük sağlamakta idiler. Nitekim İstanbul’un et ihtiyacı bunlar tarafından karşılanmıştır.
Yukarıda da görüldüğü gibi, Osmanlı toplumunu oluşturan her kesim, tabi bulunduğu kanun ve nizam çerçevesinde hareket etmek durumunda idi. Burada bizi doğrudan ilgilendiren grup ise, Osmanlı toplulunun yerleşik olmayan kısmıdır.

Osmanlı Devleti, her yeni fethin sonucunda, topraklarına kattığı yerlerde “il yazıcıları” vasıtasıyla, “tahrir” adı verilen bir kayıt sistemi uygulanmıştır. Ortalama 5 yılda bir yapılan tahrir ile, bir bölgedeki bütün şehir, köy ve mezraalarla konar-göçerler kayıt altına alınmıştır. Bugün bütün dünyadan Osmanlı tarihini araştırmak için gelen bilim adamlarının merakla inceledikleri ve en güvenli Osmanlı tarih kaynağı olarak kabul ettikleri Tahrir Defterleri, bütün Anadolu ve Rumeli topraklarında uygulanmıştır. Bu defterler İstanbul’daki Osmanlı arşivinden başka, Ankara’da Tapu-Kadastro Genel Müdürlüğü Arşivi’nde de bulunmaktadır. İstanbul’da-kiler Tahrir Defterleri fonu dışında Kamil Kepeci ve Maliyeden Müdevver Defterler tasnifi içinde de mevcuttur.

Tahrir Defterlerinin en önemli özelliği, siyakat adı verilen özel bir yazı ile tutulmuş olmasıdır. Defterdeki bilgilerin önemi dolayısıyla Sarayda defterhanede muhafaza edilmiştir. Defterlerdeki bilgiler, günümüzde bile insanları hayrette bırakacak şekilde istatistiki bilgileri ihtiva etmektedir. Genelde her kaza için tahrir yapılırken, bunların başında, genel kanunların dışında, bir de bölgenin özelliklerine göre mahalli kanunlar konmuştur. Bu kanunnamelerde o bölgede yaşayan Müslim veya gayr-ı müslimlerin iktisadi durumlarının yaraşıra, devletin uygulamaları ve bazı cezai uygulamalar da yer almıştır.

Tahrirlerin bizi ilgilendiren en dikkat çekici tarafı ise, Osmanlı toplumunun şehirli, köylü ve konar-göçer kesiminin tümünü kayıt altına almış olmasıdır. Bu kayıtlara dayanarak Osmanlı nüfus yapısını da belli ölçüde tesbit etmek mümkün olmaktadır. Gerçekten de yerleşik halde bulunan Müslümanların veya Müslüman olmayanların şehirlerde hangi mahallelerde oturdukları, kendi isimleri baba isimleriyle birlikte yazılmıştır. Tabii bu kimselerin evli olup olmadıkları, bekar erkek nüfus, bive adı altında dul hanımlar, pir-i fani adı altında çok yaşlılar, gözleri görmeyenler (ama), özürlü kimseler (malül), devlet görevlileri, imam ve hatip gibi din adamları, ödedikleri vergiler gibi pek çok bilgiyi bu defterlerde görmek mümkündür. Köylerde ise yine baba adlarıyla yazılan halkın, ne kadar araziye sahip oldukları, arpa, buğday, yulaf gibi hangi tür zirai ürün elde ettikleri, üretim miktarları ve verdikleri vergi, hatta kaç tavuğu veya kovanı olduğu ve ne kadar bal ürettiği, bu defterlere kaydedilmiştir. Konar göçer adını verdiğimiz aşiretler veya cemaatlerin ise yine baba adlarıyla kaç koyunları olduğu, ne kadar vergi verdiklerini, yaylak, kışlak, mezraa ve varsa köyleri de yazılmıştır. İşte bu kitabın ana kaynağını bu Tahrir Defterleri oluşturmaktadır. 252 defterdeki mevcut kayıtların bilgisayara aktarılmasıyla ulaşılan 41.295 cemaat, bağlı bulundukları taife, grup ve ulaşılabilmişse Türkmen, Kürt, Arap, Moğol ve Kıpçak gibi mensubiyetleri de kaydedilmiştir. Ayrıca Türkmen gruplarından olup 24 Oğuz boyundan hangisine ait oldukları da listelenmiştir. Tabii en önemlisi sahip oldukları yaylak, kışlak, mezraa ve köyleri, hangi sancak, kaza ve nahiye dahilindeyse de yer verilmiştir. Tabii burada önemli olan husus, yer isimlerinin okunmasındaki sıkıntıdır. Esasen yer adlarının okuması, çoğu defa mahalli söyleyişi ile yazılması nedeniyle her zaman zor olmakla birlikte, bu yer adlarının siyakat ile yazılması bu zorluğu daha da artırmıştır. Bu sebeple okunamayan kelimelerin yanına soru (?) işareti konmuştur. Ayrıca defterlerin çürük olması veya böcekler tarafından yenmiş olması da yer isimlerinin okunmasını engellemiştir. Öte yandan Osmanlı arşiv belgelerinde yer alan çeşitli kelime ve terimlerin, çoğu zaman gerçek anlamlarından daha farklı bir manada kullanıldıklarını da göz önüne almamız gerekmektedir. Bu sebeple, Osmanlı Devleti’nde sosyal hayatın araştırılmasında büyük önemi olan bu tür kelime ve terimleri dikkatli kullanmak gerekmektedir. Aksi halde yapılacak çalışmalarda, büyük hatalara düşmek kaçınılmazdır.

Mesela araştırmamızda sıklıkla geçen Türk ve çoğulu olan Etrak ile Kürd ve çoğulu olan Ekrad kelimelerinin, çoğu defa mecazi anlamlarda kullanıldığı görülüyor. Bu iki tabire hem tahrirlerde ve hem de kanunnamelerde ve diğer birçok belgede, sık sık rastladık. Bu kelimeler üzerindeki değerlendirmelerimizin benzer terim ve kelimelerle ilgili yapılacak çalışmalara da bir örnek olacağını ümid ediyorum.

Mesela Fatih kanunnamesi’nde, “Eğer biregü hanır içse, Türk veya şehirli olsa… ” şeklindeki ifadede Türk kelimesi, etnik bir anlamdan çok köylü veya Yörük manalarına kullanılmıştır. Zira burada sözü geçen “şehirli” kelimesi, Türk sıfatı ile kullanılmak suretiyle yerleşik ahaliyi ifade ederken, Türk de, köylü veya Yörük ahaliye karşılık yer almıştır. Aksi durumda cümlenin “…Türk veya gayr-ı müslim olsa… ” veya “…köylü veya şehirli olsa… ” şeklinde olması gerekirdi.

Yine savaşta elde edilen ve Pençik oğlanı adı verilen esirlerden Yeniçeri Ocağı‘na uygun görülenleri için:

“Bunları Türk’e virelüm. Hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler… ” denmektedir. Hem burada, hem de Kavanin-i Yeniçeriyan’da geçen, devşirmelerin “Türk’e verilmeleri… ” şekli de, aynı şekilde şehirli dışında kalan köylü ve Yörükleri ifade etmektedir. Bunların yanısıra, bazan köylerin yanına “Türk” ibaresinin konduğunu da görmekteyiz. Mesela 1518 tarihli Çemişkezek Sancağı Tahrir Defteri’nde, Kızuçan nahiyesi köylerinden Hacılu köyü’nün yanına “Türk” kelimesi eklenmiştir. Yine Çemişkezek Sancağı’na tabi Keban nahiyesi köylerinden Kergah köyünün yanına da “İslami Türk” ifadesi konulmuştur. Keza Ribat ve Haydi köyleri “Etrak” kelimesiyle tanımlanmıştır. Yukarıda tesbit ettiğimiz örneklerde de aynı şekilde Türk veya Etrak kelimelerine yine etnik bir anlam verilmemiştir. Zira yörede pekçok Müslüman Türk ve Türkmen aşiret veya kasaba bulunmasına ve bunların tahrir defterlerine yazılmasına rağmen, bunlarda böyle bir ifadeye rastlanmadığı gibi, Osmanlı il yazıcıları tarafından, vergi dolayısıyla gayr-ı müslim unsurlardan Ermeni, Rum, Yahudi ve Süryaniler isimleriyle kaydedilirken, hiçbir zaman Türk unsurlar hakkında “Türk” açıklaması yapılmamıştır. Etnik anlamda Türk adı “…reaya ki Müslümanlardır… ” ifadesi içinde değerlendirilmekte, sadece sancak kanunnamelerinde geçen, reayayı etrak ile reayayı zimmi tabirinin birlikte kullanıldığı zamanlarda, Etrak etnik bir anlam kazanmaktadır. Nitekim Sis livası kanunnamelerinde, “resm-i hane”nin alınması ile ilgili kısımda reayayı etrak’den ve reayayı zimmiden tabirleri birlikte kullanılmıştır. Buradaki, reaya-yı etrak tabiri Türk-Müslüman unsuru, reaya-yı zimmi ise gayr-ı müslim -ki bunun içinde Rum, Ermeni ve Yahudi v.s bulunmaktadır- unsuru ifade etmektedir. Keza Çukurabad vilayeti kanunu ile6 Özer livası kanununda da adı geçen tabirler aynı şekilde ve aynı manalarda kullanılmıştır7.

1541 tarihli Çemişkezek Kanunnamesi’nde geçen:

“Vilayet-i mezbürede sabıkda Ekrad zulmünden nice reaya perakende olup… ” şekindeki ifadede, “Ekrad zulmü” kürdlerin zulmü anlamı yerine, konar-göçerleri ifade için kullanılmıştır. Nitekim daha sonraki tarihlerde, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda, merkezi otoritenin zaafa uğramasından dolayı, kendilerine gösterilen güzergahın dışına çıkarak yerleşik ahalinin ekinlerine zarar veren konar-göçer tabir ettiğimiz göçebe unsurların bu hareketleri devlet tarafından yerleşik halka zulm etmek olarak nitelendirilmiştir; bu sebeple de bu gibi aşiretler, devlet tarafından sürgün usulüyle Anadolu dışında, Kıbrıs ve Suriye’de Rakka gibi başka yerlere iskan edilmişlerdir.

Yine 1566 tarihli Çemişkezek Kanunnamesinde geçen, “vilayet-i mezbürede alman ekrad adeti… ” tabirindeki “ekrad adeti” de, “resm-i hane” yerine kullanılmıştır. Nitekim Bitlis Vilayeti Kanunu’nda:

“Vilayet-i mezbürede şimdiye değin alunıgelen ekrad adeti ki resm-i hane deyü…” ifadesiyle bu durum açıklanmıştır. Keza Çemişkezek Kanunnamesi’nde, “Ve vilayet-i mezbüre şimdiye değin Kürdistan hükmünde olup, defter ahvalin bilmedikleri ecilden… ” ifadesinde, “Kürdistan hükmünde” tabirinde yer alan “hükmünde” kelimesinin, “idaresi altında” yerine “biçiminde, konumunda” gibi bir manaya geldiği, dolayısıyla kelimenin “dağlık alan, devletin ulaşamadığı yer” gibi bir karşılıkta kullanıldığı anlaşılmaktadır. Zira bildiğimiz kadarıyla Oğuzların Bayındır boyundan olan Akkoyunlular döneminde bu bölgeler, Akkoyunlu Devletinin idaresi altında bulunmaktaydı. Nitekim, bölgenin Osmanlı idaresine girmesinden sonra yapılan bir tahririnde, Siverek sancağı beyi olan Tur Ali Bey’in “Akkoyunlu” olarak adlandırılmasına rağmen, aradan birkaç sene geçtikten sonra, aynı beyin “Ekrad beyi” olarak geçtiği görülüyor. Gerçekten de bazı araştırmalarda, günümüzde, bu sebeple olsa gerek, Diyarbekir yöresinde, kendisinin Kürt kökenli olduğunu söyleyen pek çok insanın, Akkoyunlu Devleti’nin bir Kürt devleti olduğu iddiasında bulunduğu belirtiliyor.

Ekrad ve Kürd tabirlerinin etnik bir anlam taşımadığının en güzel örneklerinden biri, 24 Oğuz boyundan olduğu Kaşgarlı, Reşidüddin ve Yazıcıoğlu’nun listelerinde de geçen Döğerler’den Urfa yöresinde yaşayan bir gurubun “Ekrad-ı Döğerlü” olarak ifade edilmesidir. Buna benzer olmak üzere Amasya’da “Yazır Kürd Cemaati” ile, Sivas’ta “Kürd Beğdilisü Cemaati” ifadeleri de aynı şekilde, yukarıda bahsedilen Oğuz listelerinde yer almış olmalarına rağmen, “kürt” adıyla birlikte kullanılmıştır. Buradaki ekrad kelimesinin tıpkı etrak kelimesinde olduğu gibi, göçebe veya Yörük anlamlarında kullanılmış olması gerekir. Gerçekten de gerek Reşidüddin’de, gerekse Kaşgarlı ve Yazıcıoğlu’da yer alan Oğuz boyları listelerinde Döğer, Beğdili ve Yazır boyları, damgalarıyla birlikte yer almaktadır. Buna benzer olmak üzere, Dulkadırlı Türkmenleri’nin Gözeciyan taifesinden Bertiz aşireti cemaatlerinden “Kürd Atlu”nun da, bir Türk aşireti olduğu kaynaklarda yer almaktadır. Kürd kelimesinin Türkmen aşiret ve cemaatlerinde bu şekilde kullanılması, başka Türkmen aşiretlerinde de görülmektedir. Nitekim Dulkadırlı Türkmenleri’nden Dokuz ( = Beşanlu) taifesine bağlı “Kürd Mihmadlu” cemaati de buna güzel bir örnektir. Aynı cemaatin “Küçük Kürd Mihmadlu” gurubu da bulunuyordu.

Yine kaynaklarda Bozuluş Türkmenleri’nden olan ve Kethüdaları İzzeddin Bey’den dolayı İzzeddinlü cemaati ismini alan cemaat de, bazı yerlerde “Ekrad-: İzzeddinlü” olarak kaydedilmiştir. Bunun başlıca sebebi İzzeddin Bey’in Ekrad sancakbeyi olarak gösterilmesinden ileri gelmektedir. Özellikle bu gruptan bir bölümü, ok yapmakla mükellef tutuldukları için “Taife-i Ekrad-ı Okçu İzzeddinlü” olarak adlandırılırken, diğer taraftan “Türkmen ekradı” biçiminde tanımlanmıştır. Buna benzer olarak Maraş Yürüklerinden olup Oğuzların İğdir boyuna mensup olan “Kabail-i Rışvan” veya “Ekrad-ı Rışvan” biçimlerinde kaydedilen ve Halep’ten Kastamonu’ya kadar olan sahada yazlayan ve kışlayan aşiret de “Türkmen ekradı” şeklinde adlandırılmıştır. Buradaki ekrad kelimesi de etnik bir mana ifade etmemektedir. Zira kaynaklarda “Ekrad-ı Türkmenan” tabiri görüldüğü gibi, “Türkman-ı Ekrad” tabirine de sıkça rastlanmaktadır. Kelime karşılığı olarak “Türkmenlerin Kürdleri” veya “Kürdlerin Türkmenleri” gibi ifade edilebilecek bu tabirler bize ya Türkleşmiş kürdleri veya kürdleşmiş Türkmenleri çağrıştırmaktadır ki, bu tür bir açıklama fevkalade yanlış olur. Zira bu durumda bile iki kelimenin bu şekilde yan yana getirilmesi mümkün görülmemektedir. Dolayısıyla buradaki ekrad tabiri yine göçebe ya da dağlı anlamlarında kullanılmış olsa gerektir. Öyle ki Çukurova’da Karaisalu’da bulunan Bektaşlu Cemaati için “Türkman ekradı” tabiri kullanılmıştır8. Buradaki ekrad kelimesi de dağlı veya Yörük gibi bir anlam taşımaktadır. Bununla beraber Kırşehir yöresinde yaşayan ve Nevşehir’in kuruluşunda bir bölümü Nevşehir’e ve köylerine yerleştirilen Boynu İncelü Türkmenleri oymaklarından Karaca Kürd ve Kürd Mehmedlü isimlerinde iki aşirete rastlıyoruz. Kaynaklarda yer alan bilgilere göre, bu her iki grup da Oğuz menşelidir ve aynı isimde olarak bugün Nevşehir ve Kırşehir yörelerinde yaşamaktadırlar.

Bunlardan başka 1760 yılında Karaman Eyaleti’nde Belenli-burun derbendine yerleştirlen Bozuluş Türkmenleri’nden Kürd Hasanoğulları Cemaati ile, Kütahya dahiline iskan olunan Danişmendlü Türkmenlerinden Kürd Tekude (=Gördengöre) Cemaati de, isminde kürd olmasına karşılık Türkmen gruplarındandır. 1683 yılındaki II. Viyana kuşatmasında bozguna uğrayan Osmanlı ordularına destek olmak üzere, çeşitli aşiretlerden asker toplanırken, Yeni-il ve Halep Türkmenleri gruplarından da asker yazılmıştır. Bu Türkmen gurubu içinde “Kılıçlu Kürdü” adını taşıyan bir aşiret olduğu gibi, yine Suriye’de Hama ve Humus’a iskan olunan aynı Türkmen grupları içinde de “Ekrad-ı Kılıçlu” aşireti yer almakta idi. Keza Aydın-Denizli yöresine yerleştirilen Danişmendlü Türkmenleri’nden olduğu belirtilen “Kara Kürd” cemaatiyle, “Kürd Mehmedlü” ve “Şerbetli Kürdü” cemaati de vardı. Keza Yazır boyundan Ak Keçilü Yörükleri de, Anadolu’nun diğer bölgelerinin aksine, Mardin yöresinde Ak Keçilü Aşireti Ekradı olarak geçmektedir.

Anadolu’da mevcut Türkmenlerden il veya ulus adı altında gruplandırılan en önemli teşekküller, bilindiği üzere Kara Koyunlu ulusu, Bozuluş ve Kara Ulus’tur. Bunlardan Kara ulus, Bozuluş kanunnamesinde; “Kara ulus taifesi Ekrad ve müteferrik taife olup koyunları sayılmalu oldukda… ” ifadesiyle ekrad olarak zikredilmiştir. Bu örnekler ekrad kelimesinin dağlı veya göçebe anlamında kullanıldığını ortaya koymaktadır. Esasen Kürd asıllı olmalarına rağmen birçok aşiret, Osmanlı kaynaklarında kürd aşireti olarak isimlendirilmek yerine, doğrudan aşiret isimleriyle zikredilmiştir. Bu şekilde adlandırılma, bugün de aynı biçimde uygulanmaktadır ve bu husus dikkat edilmesi gereken bir durumdur. Buna bağlı olarak Kanuni Sultan Süleyman dönemine ait olan 200 numaralı Tahrir Defteri’nde Bozuluş Türkmenleri’nden gösterilen Lek cemaati5, yine 30 Temmuz 1610 yılına ait bir mühimme kaydında da “Havass-ı hümayünumdan Lek-Vanik nam Türkman taifesi arzuhal sunup asker-i İslam için, bunlardan beş katar deve ve beşyüz re’s koyun sürsat ferman olunmağla… ” şeklinde Türkmen taifesinden gösterilirken, “19 Mart 1611 tarihli ikinci bir mühimme kaydında “Ekrad ve Yürük taifesinden Lek cemaati” şeklinde ifade edilmiştir. Yine Ocak 1713 tarihli bir belgede de “Lekvanik Ekradı” tabiri geç-mektedir8. Aynı aşiretin 1690 tarihli bir Mühimme kaydında, aralarında Malkoç Bey, Deniz-oğlu, Kızıl Koyunlu Halil Kethüda gibi boybeyilerinin bulunduğu görülüyor9. Keza Türkmen aşireti olduğundan hiçbir şüphe bulunmayan Receblü Afşarı için ise “Türkman ve Ekraddan Receblü Afşarı cemaati… ” ifadesi aslında iki tabirin de etnik bir anlam taşımadığının bir göstergesidir. Öte yandan 1690 yılında orduya asker yazılması sırasında, Yeni il ve Halep Türkmenlerine tabi Badıllı (=Beydili) boybeyilerinden bahsedilirken, “Vesair Rum’da olan ekrad taifeleri ve Çorum kürdü ihtiyarları” şeklindeki kayıt, konuya açıklık kazandırmaktadır. Burada, hem ekrad hem de kürd kelimelerinin birlikte kullanılması, yazının başında belirtilen, Türk veya şehirli olsa” ifadesiyle benzerlik göstermektedir. Nitekim yukarıda verdiğimiz bütün örneklerden, ekrad kelimesinin konar-göçer veya Yörükle eş anlamda kullanıldığı ve bu son örneklerden, Osmanlı belgelerinde, bilhassa Türkmen, Kürd ve Ekrad kelimelerinin etnik bir anlam ifade etmediği açıkça ortaya çıkmaktadır.

Yukarıda açıklanan hususlar, sadece Türk-Etrak, Kürd-Ekrad kelimelerinde görülmemektedir. Nitekim hicri 961 (miladi 1554) tarihli 287 numaralı Tahrir Defteri’nde, Tokat kazası’nın Kazabad nahiyesinde Gebran olarak kaydedilenler arasında Durak, Evran, Küçük, Hızır, aşık, Uğurlu, Emir, Balı, Çoban, Umur, Koçı, Sefer, Selman ve Arslan gibi Türkler tarafından sıkça kullanılan isimler bulunmaktadır ki, bunların Bizans İmparatorluğu döneminde Rumeli’den getirilen hrıstiyan Türklerden olduğu değerlendirilebilir. Buna benzer olmak üzere, Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde yaşayan Rum, Süryani, Nasturi gibi grupların tümünün “cema’at-ı Eramine” başlığı altında verildiği görülüyor. Polonyalı Simeon da seyahatnamesinde, ermeni olmadığı halde, diğer bütün gayr-ı müslimlerin de ermeni olarak adlandırıldığını yazmaktadır.

Sonuç olarak, Osmanlı Devleti’nde mahalli terminolojiye ek olarak, yukarıda birkaç örneğini verdiğimiz, devletin idari sistem ve anlayışından kaynaklanan terim ve kelimelerin, tarih araştırıcıları tarafından dikkatle yorumlanması gerektiği görülmektedir. Zira Osmanlı Devleti, toplum yapısını zedelemeden, kendi sistemine ve idari anlayışına uygun bir toplum düzeni kurmuştur. Bu durum toplumun çeşitli katmanlarının kaynaşmasını sağlamış, Osmanlı toplumu buna bağlı olarak, tebaa-i Müslime ve tebaa-i gayr-ı müslime şeklinde inanca bağlı bir sınıflandırmaya tabi tutulmuştur. Nitekim, yukarıda vermiş bulunduğumuz bilgiler çerçevesinde, ekrad kelimesinin kürtler karşılığı olmadığı ve böyle telakki edilmesinin fevkalade yanıltıcı olacağı muhakkaktır. Gerçekte yukarıda da belirttiğimiz gibi o devirlerde, bugün kendilerini Kürd olarak kabul edenlerin, Kürd genel adı yerine, bağlı oldukları aşiretlerin isimleriyle kendilerini tanımladıklarını da göz önüne aldığımızda, günümüzde toplumun değişik katmanlarının bir içiçelik halinde bulunmasının da açıklamasını yapmak zor olmasa gerektir. Bu tür hususların dikkate alınması halinde, gerçek manada tarih bilgisine ve dolayısıyla tarihi yorumlayacak birikime sahip olabiliriz. Ayrıca bu suretle, Anadolu’nun sosyal, etnik ve kültürel yapısının tesbitinde önemli bir meselenin de halledileceği kanaatindeyim.

Bütünüyle Osmanlı arşiv kayıtlarına dayanılarak yapılmış bu çalışmamız sonucunda, Anadolu’da Türk (Kıpçaklar dahil), Kürt, Arap, Moğol göçebeleri tesbit edilmiştir. Bununla beraber az da olsa yerleşik duruma geçmiş ve geçmekte olan cemaatler de yer almaktadır. Bununla birlikte tamamen yerleşik hale geçmiş olan ahali çalışmada yer almamaktadır. Bu sebeple, herkesin kendi geçmişini veya aşiretini bulması mümkün olmayabilir. Öte yandan günümüz Türkiyesinde yaşayan halkın, yine önemli bir bölümü, son yüzyıllarda, Balkanlardan ve Kafkasya’dan Anadolu’ya göç etmek zorunda kalan insanlardır. Dolayısıyla bunların da bu kitapta kendilerini bulması mümkün değildir. Bunlardan ancak, Rumeli’ye ilk iskan edildikleri tarihte Anadolu’da kalan aynı cemaatten olanların isimlerine rastlanılabilir. Aşağıda kitapta yer alan cemaatlerin genel bir dökümü yer almaktadır.


Buna göre:

ANADOLU AŞİRET VE CEMAATLERİ

Mensubiyeti Cemaat Sayısı Hane Sayısı Mücerred
Türkmenler 39.028 1.067.136 308.924
Kıpçaklar 264 6.236 2.182
Moğollar 148 2.621 1.121
Araplar 201 5.138 1.200
Ekrad 1.542 36.487 8.891
Kıbtiler 5 86
Ermeniler 3 84 40
Çingeneler 2 24 17
TOPLAM 41.209 1.117.728 322.392

Kaynakça
Kitap: Anadolu’da Aşiretler, Cemaaatler, Oymaklar 1453-1650
Yazar: Yusuf Halaçoğlu